English / Deutsch

10 Aralık 2017 Uluslararası İnsan Hakları Günü, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 70. yıldönümüne az kaldı. Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), bu gün için Türkiye’den dört gazetecinin medyaya uygulanan baskının demokratik topluma etkilerini farklı açılardan inceleyen dört makalesini Doğrudan Hasar adlı bir seri altında yayımlıyor. Bu makale, bu serinin ikincisi.

* * *

Her yıl 1 Mayıs yaklaştıkça Türk hükümeti ile sendikalar geleneksel inatlaşmalarına başlar. İşçiler kutlamalarını en büyük kentin en ünlü meydanında gerçekleştirmek isterken hükümet kenarlarda köşelerde yapmaları için diretir. İnatlaşma genellikle biber gazlarının ortaya çıkarılmasıyla son bulur.

Dünyada işçilere ayrılan tek günde bile görünürlükleri sorundur.

Bu “gözden ırak gönülden ırak” yönetim tarzı sokaklardan haber odalarına uzanır, işçiler ana akım medyada dikkat çekecek kadar görünmez. Ancak haber göz ardı edilemeyecek kadar büyükse – genelde çoklu ölümler hakkındaysa – o zaman haber yapılmaya layık görülür.

CHP Başkan Yardımcısı ve Ordu Milletvekili Seyit Torun’a göre, “Medya sonuç almada son derece etkili. Ama şu anda bir havuz medyasıyla karşı karşıyayız. Ortaya konan hak arama talepleri, maalesef hükümet baskısından dolayı yeterli yer bulamadığı için sonuç alınamıyor”.

Torun ve CHP, Eylül ayında hükümetin fiyatlandırma politikasını protesto etmek üzere fındık üreticileri için bir yürüyüş düzenledi. Ordu ve Giresun arasında üç bin kişinin katılımıyla üç gün süren “Fındık için Adalet” yürüyüşü başarıya ulaştı ve hükümet üreticilerin taleplerini olumlu karşıladı. Ancak, ana akım medya konuya neredeyse hiç dokunmadı. Bu tür haberler, sosyal medyaya ve varlıklarını hala sürdürebilen birkaç muhalif yayına kaldı.

Ana akım medyanın işçiler hakkında haber yazmaktaki ilgisizliği, doğrudan işçilerin hikayeleri konusunda hükümetten gelen ilgisizliğe bağlanabilir. Yıllar boyunca hükümete karşı soğuk tutumlarıyla tanınan kuruluşların sindirilmesi ve yerlerini Ankara yandaşı holdingler tarafından kurulup desteklenen medyanın almasıyla, ana akım haberler zaten hükümetin resmi basın bültenlerinden farksız hale gelmişti.

Ancak 15 Temmuz darbe girişimi ve ardından ilan edilen OHAL, ülkede konuşulanların hepsini kontrol altına almak için hükümete her bedene uyan bir fırsat verdi.

İyi bilinen manzara

Türk medyasının bu karanlık görünümü zaten biliniyor: Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın en son verilerine göre 148 gazeteci tutuklu ve 150’den fazla medya kuruluşu toptan kapatılmış durumda. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Türkiye’deki medya özgürlüğü seviyesini “berbat” olarak tanımlayıp, 2017 Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’yi 180 ülke arasında 155inci sıraya yerleştiriyor.

CHP’li Torun, durumun son yıllarda çok daha kötüleştiğini belirtiyor. Aynı görüş Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonu (DİSK) Basın Yayın Dairesi Uzmanı Umar Karatepe tarafından da tekrarlanıyor.

Karatepe’ye göre, işçilerin zaten öteden beri pek de yüksek olmayan medya görünürlükleri üzerinde darbe girişiminin etkisi dramatik oldu.

“Örnek veriyorum, herhangi bir konuyla ilgili basın açıklaması düzenlediğimizde orası kameralarla dolar taşardı. OHAL’den sonra değişti.”

Düzenli olarak işçi haberlerini ekrana taşıyan Hayat TV ve IMC gibi kanalların KHK’larla kapatıldığına dikkat çekerek “Televizyonları kaybettik,” diyor Karatepe ve ekliyor: “Bu sadece bizim görünür olduğumuz kanalların kapatılması anlamına gelmiyor, bu aynı zamanında diğerlerine de çok ciddi tehdit oluşturuyor. Eskiden CNN’e de çıkabiliyorduk”.

Hükümet yaptığı bu hamleleri savunuyor; hem ülkenin bekasına yönelik tehditlerle savaştıklarını söylüyor hem de – Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Eylül ayında Bloomberg’e verdiği bir röportajdaki deyişine göre – hapisteki gazeteciler için “Hapiste dediklerinizin çoğu gazeteci değil, bunlar terörist. Bunların çoğu bombalamaya, hırsızlığa gitmiş” diyor.

Öte yandan bu durumu eleştirenler, hamlelerin hedefinden saptığını, amacın darbe teşebbüsü ile ilgili olanların cezalandırılmasını değil, hükümete sorun çıkaranları hedef aldığını söylüyor. Bu eleştiriyi getirenlerin bir kısmı da şu an hapiste.

Aynı sonuca varmak

İster gerçek tehditlere karşı yasal bir savaş ister muhalifleri susturma amaçlı otoriter bir girişim olsun, sonuç aynı. Gazeteciler isteyerek veya istemeyerek haber konularını dar bir alandan seçmek zorunda kalıyor ve yorumlarını başlarını derde sokmayacak açılardan yapıyor. Hükümetin duymak istemediği haberler, örneğin yolsuzluk iddiaları veya durumundan mutsuz işçilerin grevleri gibi konular ya tümden göz ardı ediliyor ya da hala ayakta kalmaya devam eden bir avuç mecra tarafından ele alınıyor. RSF’nin dediği gibi, “Medyada çok seslilik bir avuç dolusu düşük tirajlı gazeteye kaldı”.

Fındık yürüyüşü gibi haberler ancak bu düşük tirajlı gazetelerde veya sadece online olarak yayın yapan kuruluşlarda görülüyor. Bu kuruluşlar henüz direniyor olabilir; ama çok fazla tanınmıyor olmaları ve bu konulara eğilen tek bir televizyon kanalının bile kalmamış olması nedeniyle, işçiler hikayelerini duyurabilmek ve kamuoyunu kendi yanlarına çekebilmek olanağından hala çok uzaklar.

Öte yandan hükümeti eleştirebilen bu kanalların, küçük veya sınırlı bir etkiye sahip olmalarından dolayı taciz edilmekten kurtulabildiklerini düşünmek de yanlış olur. En acımasız baskıya örnek olmayabilir, ama sendika.org sitesinin yaşadıkları baskıların en absürdü olmaya aday. Sendika.org sitesini ziyaret etmek artık mümkün değil; çünkü 25 Temmuz 2015 tarihinde, kıran kırana geçen bir seçimin sonucunda iktidar partisinin çoğunluğu kaybettiği ve dolayısıyla daha agresif taktiklere başvurduğu bir dönemde site kapatıldı. Ancak site her defasında sendika2.org, sendika3.org gibi bir sonraki sayıyla yeniden açıldı.

Bu makalenin yazıldığı sırada site 61 kez kapatılmış olup sendika62.org adıyla faaliyet göstermekte.

Editör Ali Ergin Demirhan olaya gülünç tarafından bakmayı tercih ediyor: Temmuz ayında sendika50.org sayısına ulaşınca, Guinness Rekorlar kitabına hala yayında kalmaya direnen en fazla sansürlenmiş web sitesi rekoru için başvurmuş.

Demirhan, OHAL döneminde doğrudan işçi haberlerine dönük yasal düzenleme olmamasına rağmen bu tür içeriklerin azaldığını, bunun doğrudan sansür değil de işçi hareketinin kendisinden gelen bir otosansür mekanizmasıyla ortaya çıktığını belirtiyor. Yazarlar artık hem kendi isimleriyle yazılar aktarmaktan çekiniyor, hem de daha önce yayınlanmış yazılarının kaldırılmasını veya en azından isimlerinin silinmesini talep ediyorlar.

“Ciddi anlamda bir içerik kaybına maruz kaldığımızı söyleyebilirim,” diyor Demirhan, “Bu korkunun hem içerik üretilmesinde eksiklik hem de önceden üretilmiş içeriğin sansürlenmesi biçiminde bir etkisi var”.

Haberin suç sayılması

Çekingen davrananlar sadece yazarlar değil, Demirhan haberleri doğrulamak için kullandığı kaynakların da başlarına iş açabilecek konularda açıklama yapmaktan kaçındıklarına dikkat çekiyor. Ancak daha da kötüsü, işçilerin kendi durumlarını basına şikayet etmekten kaçınmaları.

“Haberin kriminalize edilmesi iş güvenliğinden korkan işçiyi engelliyor” diye ekliyor.

Haber sitesi Sol Defter’in kurucusu Yunus Öztürk, benzer bir durumdan söz ederek, işçilerin daha önce sorun teşkil etmemiş olan arşivlenmiş haberlerden isimlerinin veya görüntülerinin kaldırılması için başvurduklarını söylüyor.

“Ana akım medyayı izlerseniz Türkiye’de hiç işçi hareketi olmuyor, onu görüyorsunuz,” diyen Öztürk, 2010 yılında Sol Defter sitesini tam da bu nedenle kurduğunu anlatıyor. “2010’dan beri gerileme olduğu çok açık,” diyor ve ekliyor: “Haberler bakımından da gerileme var, insanların kendi isimleriyle haber yapması konusunda da gerileme var. İşçi hareketinin genelinde de bir gerileme, moral bozukluğu söz konusu.”

Haberlerde yer almasalar bile işçiler ortadan kaybolmuş değiller. Öztürk’e göre nereye bakacağını bilmen gerekiyor: “İş mahkemeleri, sosyal medya alanı son derece canlı, fıkır fıkır kaynıyor. İşçi haberleriyle, işçi tepkileriyle. Ama ana akıma baktığınızda göremiyorsunuz”.

Haberleri inceleyen herhangi biri ilk bakışta işçi sorunlarını haberleştirecek vakit kalmadığını zannedebilir, nasıl olsa gündemin yarısı Cumhurbaşkanı’nın konuşmalarıyla, diğer yarısı bu konuşmaların yorumuyla geçiyor. Ancak bunun arkasında uygulanan bir politika mevcut. Mesela fındık yürüyüşünü haberleştirmekte iki büyük sorun dışında herhangi bir sıkıntı yok: Birincisi ana muhalefet partisinin iyi şekilde gösteriliyor olması. Medya baskısı bu kadar pervasızlaşmadan önce bile basın kapalı kapılar ardında muhalefeti iyi biçimde göstermemeleri için uyarılıyordu.

İkincisi ve daha önemlisi, ne kadar zararsız olursa olsun işçiler ve koşullarıyla ilgili tüm haberler yatırımcıların hevesini kırma potansiyelini taşıyor. Çünkü açıkça yatırımcı yanlısı olan ve özellikle de işçi ile işveren arasındaki ilişkiyi sıfır-sonuç oyunu olarak gören iktidar partisi için bu tür haberler sorun teşkil edebiliyor.

Bu işveren yanlısı ve işçi karşıtı duruşu en iyi tanımlayanlardan biri, Temmuz ayında yabancı yatırımcılara OHAL’in işçileri susturmak amacıyla kullanılmakta olduğuna dair güvence veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleri: “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz OHAL’i.”

Ekonomik ayak izi bırakmamak

2002 yılında iktidara geldiğinden beri hükümet tarafından durdurulan önemli 13 grevden beşi OHAL sırasında engellendi. Mart ayında 14 bin çalışanın katılacağı bir grevi “finansal istikrarı bozucu grev” gerekçesiyle engelleyen devlet, yeni bir emsal oluşturup işçileri bir de ekonomik ayak izi bırakmayan grev şekli bulma sorunuyla baş başa bıraktı.

Böylelikle hükümetinin işçilerden görünmez olmasını ve medyasından kendine verilen görevleri yerine getirmesini bekleyen bir ülkede, işçiler kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri İstanbul’un Tuzla ilçesinde bulunan bir tersanede 20 yıldan fazla bir süreyle çalışmış olan Hakkı Demiral. Demiral ait olduğu sendikayla birlikte tersane işçilerinin haklarını savunmak için bir imza kampanyası başlattı. Kampanyanın amacı, kayıt dışı işi sonlandırmak, işçilerin hakları olan ücretlerin ödenmesini sağlamak ve tersane çalışma koşullarının kısa zaman önce içinden çıkarıldığı Ağır ve Tehlikeli İş Yönetmeliği’ne geri alınması.

Her gün bir başka tersanede stant açan Demiral, ki Tuzla’da 50 civarında tersane bulunuyor, birkaç haftada binden fazla imza topladı. Ancak tersane sorunlarının yansımasını Türk medyasında bulmak imkansız.

“Basının susturulduğu, satın alındığı, havuz medyasının oluşturulduğu, hükümetin Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla haber yaptırdığı bir ülkede yaşıyoruz. Doğal olarak bu kadar olacak” diyor Demiral.

Tuzla tersanelerinin hikayesi gerçekte işçi haklarının medya görünürlüğünden nasıl fayda sağlayabileceğine ilişkin iyi bir örnek. Birçok ölüm ve ödenmemiş ücretlerden sonra işçiler 2008 yılında iki büyük grev başlattılar. Popüler destek büyüdükçe medya da buna katıldı, bu sayede işçilere destek daha da arttı.

“Medya 5 bin-10 bin kişinin eylem yaptığı süreci görmezden gelemedi,” diyor Demiral, “Tersane patronları biraz düzeldi”. Bir anlaşmaya varıldı, bazı düzeltmeler yapıldı, yeterli olmasa da bu düzeltmeler uygulamaya kondu. Devlet hem ücretleri hem de güvenliği denetlemeye başladı. İşçiler, seslerini duyurabildikleri taktirde değişimi getirebilme güçleri olduğunu ispatladılar.

Ortam 2008’den beri çok değişti. O zamanlar bir işçiyle veya binlercesiyle gazetelerde karşılaşmak mümkündü. Bugün ise işçiler daha kaygılı, medya daha kaygılı, işveren daha kaygılı ve hükümet çok daha kaygılı. Ancak eskisi gibi göz önünde olmasalar da, işçiler hala ortada, hala imza topluyor, mahkemelerde haklarını arıyorlar.

Çınar Kiper İstanbul’da yaşayan bir gazeteci-yazar.

Bu makalede dile getirilen görüşler yazarına aittir ve IPI’ın görüşlerini yansıtmayabilir.

Türkiye’de haber alma özgürlüğü: Arayış

Medya için acı bir kayıp: Gençlik!

Yabancı yatırımcı basın özgürlüğü ihlallerinden etkileniyor mu?